Bekleme
Odası: Bir Edebi Şölen
Söyleşiye
gitmeden ve yazarla tanışmadan önce Bekleme Odası’nı okuduğumda, kendimi
Paris’in dar sokaklarında, bir yanda melankolik bir yağmurun altında, diğer
yanda insan ruhunun derinliklerinde bir yolculuğa çıkmış gibi hissettim. Roman,
bir Fransız karakterin, Oliver Nathan’ın gözünden anlatılıyor ve Türk
edebiyatında alışılageldik kalıplardan sıyrılarak evrensel bir anlatı panoraması
sunuyor. Kitapyurdu’ndan eseri temin ederken okur yorumlarına da baktım, bir
okurun yorumunda dediği gibi, “Serhat Kaya değil de ünlü bir yabancı yazarın
adı yazsa, eminim bu kitap Türkiye’nin en çok satanlarından biri olurdu.” Bu
yoruma kitabı okumuş biri olarak katılıyor, Kaya’nın Türkçeyi ustalıkla
kullanırken, yerel motiflerden sıyrılarak evrensel bir dil yaratma yeteneğini
özetlediğini düşünüyorum. Romanın akışı, adeta bir kaşıkla yavaş yavaş tadına
varılan bir çorba gibi; her yudumda yeni bir tat, yeni bir duygu
keşfediyorsunuz. Kaya, Bekleme Odası’nın yazım sürecini anlatırken
kendimi tutamadım ve Mutfak Dergisi olduğumuz için; “Edebiyatla Mutfak arasında
nasıl bir bağ kurabilirsiniz?” diye sorunca Kaya’dan; “Bir bakıma benziyorlar. Edebiyat,
bir mutfak gibidir; doğru malzemeleri, doğru ölçülerle bir araya getirirseniz,
ortaya unutulmaz bir lezzet çıkar. Ama asıl mesele, o yemeği kiminle
paylaştığınızdır” yanıtını aldım. Aslında sırf bu cümle bile, onun yazma
felsefesini de yansıtıyor: Okurla kurulan bağ, bir sofrada paylaşılan yemeğin
sıcaklığı gibi. 1000Kitap adlı platformda bir okurun, “Harikulade bir akış,
muazzam bir final... Serhat Kaya underrated olmamalı,” yorumu, bu sofranın ne
kadar geniş bir kitleye hitap ettiğini de gösteriyor. Roman, Paris’te başlayan
bir hikâyeyi, insan ruhunun evrensel bekleyişleriyle harmanlayarak, okuru bir
film sahnesinin içine çekiyor. Büyük yazar Zülfü Livaneli’nin Bekleme Odası ve
Serhat Kaya’nın romanları için söylediği ve arka kapakta yer alan, “Serhat Kaya
romanları, kendilerini zevkle okutmanın yanı sıra yerellikten çok genel insan
davranışlarının izini sürerek edebi bir panorama yaratıyor,” sözleri de bu
evrensel lezzetin altını çiziyor. Bekleme Odası’nı okurken beni en çok
etkileyen, Kaya’nın karakterlerin iç dünyasını bir şef titizliğiyle işleyişi
oldu. Oliver Nathan’ın bekleyişi, sadece bir mekânda değil, ruhun
derinliklerinde bir arayış olarak sunuluyor. Kitabı okurken not aldığım
alıntılardan bir tanesi, bu hissi çok güzel özetliyor: “Umut ve umutsuzluk,
insanı yolculuğa çıkaran trenler gibidir. İter arkasından olduğu yerden başka
yönlere doğru, başka zamanlara ve başka yarınlara.” Bu cümle, adeta bir baharat
gibi, romana tat katan o derin felsefi dokunuşlardan biri.
Katarsis:
Zihnin Arınma Mutfağı
Söyleşi
akıp giderken, Kaya’nın deneme türündeki sevilen ve ödül alan bir diğer eseri Katarsis’e
de değindik. Türkiye Okur Ödülleri’nde Deneme Kategorisi’nde yılın en iyi 2.
kitabı seçilen Katarsis, bence bu türe yepyeni bir soluk getiriyor. Yine
1000Kitap’ta gördüğüm bir okurun, “Deneme ve kişisel gelişim türündeki kitaplar
genelde direktifler yağdırır; sev, terk et, bağışla der. Ama Serhat Kaya, bireyin
problemi yaşarken ve aşarken geçtiği-geçebileceği süreçleri gerçekçi bir
şekilde aktarıyor” yorumu, bu eserin neden bu kadar sevildiğini açıklıyor.
Kaya, Katarsis’i yazarken, “İnsan, zihninde bir arınma döngüsü kurmalı. Sizin
ana konunuz olan, yine mutfak üzerinden bakacak olursak bu, bir mutfakta önceden
kalan yemek artıklarını temizleyip yeni bir tarif için tezgâhı hazırlamak gibi”
diyor. Bu metafor, onun yazım tarzının ne kadar içten ve samimi olduğunu bir
kez daha hatırlatıyor. Bu açından bakınca Katarsis, adeta bir zihin
detoksu gibi. Okurken, kendi iç dünyanızda biriken tortuları fark ediyor ve
onları birer birer temizlemek için ilham alıyorsunuz. Kaya’nın bu eserdeki sade
ama derinlikli anlatım dili, bir bardak nane limon çayı gibi ferahlatıcı.
Okurlar, bu kitabı genelde “sohbet havasında, su gibi akıp giden” bir eser
olarak tanımlıyor ve bence bu, Kaya’nın okurla kurduğu samimi bağı ve okuru
yormayışını en iyi şekilde yansıtıyor.
Nadide
Adalet: Mahsa Amini’ye Bir Selam
Söyleşinin
en heyecan verici kısımlarından biri de Kaya’nın önümüzdeki aylarda yayımlanacak
olan yeni romanı Nadide Adalet üzerine konuşmamız oldu. 2022’de İran’da
trajik bir şekilde hayatını kaybeden Mahsa Amini’ye ithaf edilen bu roman, bir
kadının özgürlük mücadelesini ve insan ruhunun direncini anlatıyor. Kaya, bu
romanı yazarken, “Bir hikâyeyi anlatmak, bazen bir sofra kurmak gibidir. Mahsa
Amini’nin hikâyesi kitabın içinde hiç yok ama adı başka, kaderi başka,
sınavları başka bir kadın üzerinden anlatılan hikayeyle bu sofrada herkesin
tatması gereken bir gerçeklik var. Onun cesareti, adaleti arayan her insanın
tabağında olmalı” diyor. Bu sözler, Kaya’nın edebiyatı gerçek manada bir sosyal
ve insani sorumluluk platformu olarak da gördüğünü gösteriyor ve bence bu tavrı
en az aldığı ödüller kadar değerli. Nadide Adalet’in, Kaya’nın evrensel anlatım
dilini bir adım öteye taşıyacağına ve bu romanın farklı dillere de çevrilecek
olmasıyla yazarı global başarılara uzanabilecek yeni bir yolculuğa çıkaracağına
inanıyorum. Bekleme Odası’nda Paris sokaklarında gezinen okur, bu kez
İran’ın tozlu yollarında, bir kadının adalet arayışına tanık olacak. Kaya’nın
bu romanı yazarken Mahsa Amini’nin hikâyesinden nasıl ilham aldığını
sorduğumda, “Onun gördüğü zulüm karşında gösterdiği tavır ve hayatı pahasına
ortaya koyduğu mücadele, kelimelerime rehber oldu. Edebiyat, sadece anlatmaz;
hatırlatır ve dönüştürür” yanıtını verdi. Bu, onun kaleminin yalnızca estetik
değil, aynı zamanda hem duyarlı hem de dönüştürücü bir güce sahip olduğunu bir
kez daha kanıtlıyor.
Söyleşiye
gelirken kendisine dair yaptığım araştırmalardan sonra mutlaka sormam gereken
önemli bir soru vardı aklımda; bir erkek yazar olarak kadınları konu alan büyük
hikayeler yazmanın ve farklı coğrafyalardan insan hayatları anlatmasındaki
motivasyon nedir? Hiç düşünmeden yanıtladı; “Yaşamak. Başka hayatlarda, başka
zamanlarda var olmak ve bu var oluşu tadarken de başka insanların neler
hissettiğini, ömürlerini nasıl ve hangi zor şartlar altında geçirdiklerini
yazarak başkalarına anlatmak, onları da başka hayatlar yaşamaya bir kitap
vesilesiyle kısa süreli de olsa ortak etmek. Sadece kadın hikayeleri
yazmıyorum, Bekleme Odası’ndaki 2 ana karakter de erkekti mesela. Ama okurlarca
çok sevilen, sahiplenilen Azad veya nasipse yayımlamayı planladığımız Nadide
Adalet doğrudan kadın hikayesi, biri kendi topraklarımızdan ötekisi komşudan,
İran’dan. Fakat acıların ve mücadelelerin sınırlarla falan ayrılmaları söz
konusu bile değil, gözler değil belki ama gözlerden akan yaşlar hep aynı renk.
Benim kitaplarımda bazı dönemlerde özellikle kadın hikayelerini bilinçli olarak
tercih edişimse bir başka kişisel gerekçe kaynaklanıyor; o da anlamak ve
sindirerek anladığım bir duyguyu daha fazla kişiye anlatmak. Geride kalan
hayatım boyunca okuduğum kitaplar, makaleler, izlediğim filmler, oyunlar,
belgeseller, hemen hemen hepsinde en çok acıyı kadınlar çekmiş, dinlediğim en
güzel şarkılar hep kavuşulamamış, acısını sırtlayıp ya fiziki bir yerden ya da
tümden dünyadan göçüp gitmiş kadınların ardından yazılmış büyük eserler.
Kadınlar daha çok bedel ödemiş. Konuya sadece aşk vb üzerinden de bakmasak,
sonuç değişmiyor, Mesela Madam Curie. 1934 yılında Fransa'da kan kanserinden
öldü. Hastalığı, aşırı dozda radyasyona maruz kalmasına bağlandı. Bu yüzden ona
bilim için ölen kadın denildi. Ki hayatı da çoklu zorluklar kumkuması
gibi, eşine at arabası çarpıyor ve adam ölüyor, Madam Curie 2 çocuğuyla dul
kalıyor… Şimdi bunu tarih anlatmış, biz de başkalarına anlatacağız, Madam
Curie, hayatı zorluklar ve adanmışlıklarla geçmiş yüzbinlerce kadından sadece
bir tanesi. Nadide Adalet’te Mahsa Amini’yi anlatmıyorum, kitabım onun
hikayesine benzeyen 1 tane bile detay içermiyor ama adı başka yaşı başka olan
diğer kadınlar var, kaderini değiştirmeye, kötüye giden işleri kendisi ve
sevdikleri adına lehte düzeltmeye çabalayan başka kadınlar. Ben anlatıyorum,
kitabımı okuyan birisi de kendi perspektifinden bakarak başka kadın hikayesini
tuvaline resmetmeli, bir başkası beyaz perdeye yansıtmalı, bir diğeri tiyatro
sahnesinden haykırmalı duyulmayan, anlaşılmayan kadınları. Benim yazdığım
kitaplar bu şekilde teşvik edici tetiklemeler yaratırsa, inanın bu gelişme
benim için ödüller almaktan çok daha mutluluk verici olur.”
Serhat
Kaya ve Türk Edebiyatındaki Yeri
Görünen
şu ki, Serhat Kaya, Türk edebiyatında kendine özgü ve kalıcı bir yer ediniyor. Yine
farklı bir kitap platformunda bir okurun, “Serhat Kaya hep Azad ve Bekleme
Odası gibi romanlar yazmalı, bu türün dışına çıkmamalı” yorumu, onun
romanlarındaki sürükleyici anlatının ne kadar sevildiğini gösteriyor. Azad adlı
romanına dair de çok olumlu yorumlar gördüğümü fakat henüz okumadığımı
kendisine söylediğimde “Azad, en sevdiğim kitabım” yanıtını alınca şimdiden
okumak için açıkçası hem meraklandım hem de iştahlandım. Ancak bana göre Serhat
Kaya, sadece romanlarıyla değil, deneme türündeki eserleriyle de okurların
zihninde kalıcı izler bırakıyor. Onun eserleri, bir mutfakta özenle
hazırlanmış, her bir malzemesi düşünülerek seçilmiş yemekler gibi. Bekleme
Odası’nın Paris’ten yükselen evrensel sesi, Katarsis’in zihinsel
arınma sunan samimi dili ve Nadide Adalet’in insanlık adına kurduğu
sofra, Kaya’yı Türk edebiyatında hem yerel hem de evrensel olarak kalıcı bir
figür haline getireceğe benziyor. Kaya’nın eserleri, adeta bir mutfakta buluşan
farklı tatlar gibi; her biri ayrı bir lezzet sunuyor ama hepsi bir arada bir
şölen yaratıyor. Yayımlandıktan sonra geçen 6 ay içinde gördüğü ilgiyle 3.
Baskıyı yapan Bekleme Odası, onun okurlarla kurduğu bu sofranın ne kadar
hızla geniş bir kitleye ulaştığını da gösteriyor. Hiç tarafsız olamayacağım, Zülfü
Livaneli gibi usta bir ismin Kaya’yı övmesi de onun Türk edebiyatındaki yerini
pekiştiriyor.
Son
Söz: Bir Edebi Sofra Daveti
Serhat
Kaya ile yaptığım bu söyleşide karşılıklı sadece kahve içtik ama genel sohbet
akışı ve kendisinin yüksek tevazu sahibi oluşundan ötürü sanki bir mutfakta lezzetli
yemeklerden kurulmuş bir masada geçirilen keyifli bir akşam yemeği gibiydi.
Özellikle başka insanlar için kalemiyle bir şeyler yapma çabasındaki içtenliği,
kitaplarında anlatmayı seçtiği, kurguladığı hikayelerdeki gerçekçi ve
paylaşımcı yaklaşımı bir okur olarak benden geçer not aldı. 2020’den bu tarafa,
30’a yakın farklı yazarla söyleşi yaptım ama, dünyaca ünlü yazarların çok
bilinen sözlerinden alıntılar yapmayan, klasik aforizmalarla konuşmayan, hatta bir
ara kendisine saydığım büyük yazarlardan hangisine kaleminizi benzetirsiniz
diey sorduğumda; “o isimler çok büyükler, onlara yazar denirken, bana onların
yanında sadece yazan denilebilir” demesi ve deyişindeki samimiyeti ile sanırım
en çok etkilendiğim “yazar” Serhat Kaya oldu. O demeyebilir ama bence kendisi
kesinlikle bir yazar hem de iyi bir yazar. Mesela benim Psikoloji mezunu olup,
editörlük yapmaktan daha çok mutlu olduğumu keşfetmem çok zaman almıştı.
İnsanların dünyaya geldikten sonra meslek seçimlerinde içlerinden yükselen
tutkulara paralel sahip oldukları yeteneklerine de uyacak doğru meslekleri
seçebilmeleri gerçekten kolay değil, Serhat Kaya asıl bunu başarmış. Geriye
dönük kariyerine bakınca 90’ların sonunda amatörce başladığı tiyatrocu olma
yolcuğu, 2000’lerin başında profesyonel olma maksadıyla konservatuvara,
ardından şehirleri gezen turnelere, gösterilere, kısa ve uzun metraj sinema
filmi senaristlikleri ve ardından gelen 8 ayrı kitap, ki devamı da geleceğe
benziyor, o hep yazmış, hep anlatmış, karşında sadece 2 saat oturmuş biri
olarak söyleyebilirim ki anlatıcı olma yetisine fazlasıyla sahipmiş ve bence o
bunu çok küçük yaşlardayken fark etmiş, iyi ki de yazar olmuş.
Onun
eserleri, sadece kelimelerden oluşan sayfalar değil; her biri okuru düşünmeye,
hissetmeye ve dönüşmeye davet eden birer tabak gibi. Bekleme Odası,
Paris’in sokaklarında bir gezinti; Katarsis, zihnin arınma mutfağı; Nadide
Adalet ise insanlık adına kurulan bir adalet sofrası. Kaya, söyleşimizdeki
son cümlesinde, “Edebiyat, bir sofradır; herkes o sofradan kendi payına düşen
lezzeti alır” diyor ve ben, bu sofraya her okurun davetli olduğunu düşünüyorum.
Mutfakdergisi.net olarak, Serhat Kaya’nın kaleminden çıkan tüm edebi lezzetleri
tatmanızı ve onun kurduğu sofrada bir yer edinmenizi öneriyoruz. Kendinize bir
iyilik yapın ve ilk olarak Bekleme Odası’nı okurken, bir fincan kahve
eşliğinde Paris’in sokaklarında kaybolun. Ardından Katarsis’le zihninizi
tazeleyin. Ve son olarak yazarın 8. Eseri yayımlanınca, Nadide Adalet’le,
Mahsa Amini’nin ve tüm mücadeleci kadınların cesaretine bir selam gönderin. Yazarın
tüm eserleri Kitapyurdu’nda var ve şimdiden hepinize keyifli okumalar!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder